
“Subsidiarity”
Yıl 2004, yer Brüksel. Bu yüzyılın başlarında AB ile Tam Üyelik Müzakereleri sürdürüldüğü zamanlar. Ben o sıralarda müzakereler çerçevesinde 1. Fasıl olarak belirtilen Malların Serbest Dolaşımı Faslında “Bakanlık Koordinatörü” olarak görev almış ve Brüksel’de gerçekleştirilen tanıtım ve tarama toplantılarına katılmıştım. Bu arada eşzamanlı olarak bir de 13. Fasıl olarak belirtilen Balıkçılık Faslında Ortak Piyasa Düzenleri (OPD) ve üretici örgütleri konusunda görev almış ve tanıtım toplantısına katılmıştım. Bize o tarihte yapılan bütün toplantılarda hep aynı kelimeyi tekrarlayıp duruyorlardı; “Subsidiarity” yani “delegation of authority” Türkçe meali “yetki devri”. “Avrupa Birliği mantığını anlamak istiyorsanız anahtar kelime bu” diyorlardı. Ama ben anlamıyordum. Türkiye’ye niye ısrarla devletin yetkilerini yereldeki temsilcilere devretmeleri konusu anlattıkları düşünüyor ve duruma şüphe ile yaklaşıyordum. O sıralar henüz AB Ortak Tarım ve Balıkçılık Politikaları ile ilgili Ortak Piyasa Düzenleri ve Yetkilendirilmiş Üretici Örgütleri ile ilgili doktora tezimi bitirmemiştim.
Aradan geçen yıllar içinde doktoramı tamamladım. Bütün AB mevzuatını taradım. Esas temel olan uygulama esaslarına ilişki Ortak Piyasa Düzenleri Kanununda 300 yerde, yani neredeyse her konuda, üretici örgütlerine yetki ve görevler verildiğini okudum. Tezimde yazdıklarımı Avrupa’nın birçok ülkesine yaptığım örgüt ziyaretleri sırasında görme şansım oldu. Öğrendiğim en çarpıcı durum ise bu örgütlere verilen en üst seviyedeki yetkileriydi. Devletin kararlarda yerinin olmadığı, Bakanlığın kendi emirlerinde çalıştığı, bölge tarımı hakkında kayıttan, üretime, işlemeden pazarlamaya kadar onlardan izinsiz kuş bile uçamadığını algılamak ve özümsemekte başlangıçta zorluk çektim.
Bu durumun ardındaki gerçek ne diye çok düşündüm. Başlarda toplumumuzda birçok kişinin dediği şekilde “onların bizden daha medeni, daha eğitimli hatta daha ahlaklı oldukları” gibi acayip bir inanışı ciddi şekilde sorguladım. Ama muhataplarımızı yakından tanıdıkça bunun gerçekten aptalca bir kişiliksiz inanış olduğu gördüm. Daha sonra bu sefer toplumumuzdaki bir diğer saçma inanışı sorguladım; “Acaba Avrupalılar gibi bizde birlikte çalışma kültürü ve alışkanlığı yok mu” diye araştırdım. “Ahilik” ve “imece” denilen kavramların dünyaya Anadolu’dan yayıldığını, Ege’ye gelen Avrupalıların öğrendikleri ile “ortak-çalışma” anlamına gelen “co-operation” kelimesinden “kooperatifler”i icat ettiklerini gördüm.
Meğerse kooperatifçilik bizim mayamızın temeliymiş.
Peki, bizdeki eksik neydi de biz bu alanda onlar kadar başarılı olamadık? Onlarınkinden daha fazla mevzuatımız ve örgütümüz var. Halen 4 farklı kamu kurumunun sorumluluğunda, 13 farklı kanun altında, 15 farklı türde 15 binden fazla üretici örgütümüz var. Anayasa, Tarım Kanunu, Hal Kanunu, destekleme mevzuatı gibi birçok yerde üretici örgütü ifadeleri yer alıyor. İnanılmaz ölçüde hibeler ve destekler vermişiz. Devletin içinde birçok yerde üretici örgütlenmesi ile ilgili özel üst düzey birimler kurmuşuz. Hatta Cumhurbaşkanının himayesinde oluşturulan Kooperatifçilik Strateji Belgesi bile var.
Diyecekseniz ki devlet daha ne yapsın?
Cevap, keşke bunların hiçbirini yapmasıydı!
“Her şeyi ben bilirim, ben yaparım, tek yetkili benim” demek yerine sadece tek bir şey yapsaydı!
Sahada karar alma ile ilgili bütün yetkilerini Avrupalıların müzakere sürecinde bize söyledikleri gibi “subsidiarity” etseydi!
Yani yetki devri yapsaydı!
Ama bunun tam tersine eski Sovyetler Birliği’nden sonra emsali olmayan işleri bugün dahi yapmaya devam ediyoruz.
Örneğin “Üretim Planlaması”, “Sözleşmeli Üretim”, “Yeni Destekleme Modeli” gibi başlıklarla bu düşüncenin tam tersini ısrarla 21. Yüzyılda sürdürmeye gayret ediyoruz.
Bu ülkede kooperatifçiliği geliştirmek adına yanlış yönde sarf edilen emeğin %1’ini 2004 yılında söylendiği gibi yapsaydık; bugün Türk Tarımı ve ülke ekonomisi bu gıda enflasyonunu, beka sorununa dönen gıda güvenliği ve güvencesi sorununu, çevre ve doğa ile ilgili kayıpları yaşamazdı.
Yazık, hep yanlış yerlerde bocalayıp kaybetmişiz!